
Levent Erden / Akademisyen / İstanbul Bilgi Üniversitesi
Akademisyen Levent Erden ile Pandemi süreciyle hayatımıza giren “Sürekli Yeni”, “Tekil sosyallik” kavramlarını ve pandemi sürecinin yayıncılık formatlarına olan etkisini konuştuk.
TRT Akademi: Yeni kavramı denilince aklımıza Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Halit Ayarcı karakteri geliyor. Roman boyunca Halit Ayarcı, “Yeni diye bir şey var ve onu anlamalıyız.” diye etrafına telkinlerde bulunuyor. Siz başından beri “Yeni Normal” kavramına karşı çıktınız ve “Sürekli Yeni” kavramını savundunuz. Daha önce de yeni medya kavramına karşı çıkıyordunuz, “Yeni medya diye bir şey yok, artık medya bu.” diyordunuz. Koronavirüsle başlayan süreci “Sürekli Yeni” ile kavramsallaştırıyorsunuz. “Sürekli Yeni” ile “Yeni Normal”in farkı nedir?
Levent Erden: Benim daha çok karşı çıktığım şey normal, normal belirli normları gerektirir. Normlar ortadan kalkıyorsa yerine yeni normaller gelsin, hayatımız ona göre düzenlensin ve yepyeni bir konfor alanında kalalım, diyorlar. Ben bundan sonra böyle bir konfor alanının olamayacağını iddia ediyorum. Eski normlar vardı, bu süreçte kısmen kimisi değişti, kimisi yok oldu, bunlara göre de hayatı yaşarız, bir konfor alanı içinde geçiniriz, yok böyle bir şey. Bundan sonra bazı normlar bazen güç içinde bile değişebilir. Buraya kadar hangi hızla gelindiğinin farkında olmak gerekir. Bundan sonra sürekli değişime ve hıza ayak uydurmak durumundayız, buradaki asıl kelime hız. Milattan önce 1295, ilk savaş arabaları kullanılıyor. Kadeş Savaşı, Mısır’la Hitit, burada ilk defa çevresinden metal geçirilmiş, tekerlekli atlı savaş arabaları kullanıyor. Sonuç, saatte 16-20 km’lik bir hız geliyor. Endüstri 1.0, ilk buharlı trenin hızı saatte 16-20 km. 3 bin yıl boyunca insan hayatında hız hiç değişmiyor. Bundan doksan sene sonra 1940’ta V-1 ve V-2 füzeleri Almanya’dan Londra’yı vuruyor. Dakikada 16-20 km, bundan yirmi sene sonra ses hızı aşılıyor. Bugün gelinen yer inanılmaz bir hız, hâlbuki insanın hızı hiç değişmiyor. İnsan hep aynı hızdayken etrafındaki hız sürekli değişiyor ve insan hıza uymak zorunda kalıyor. Uçakta uçarken uçak, tekerini yere koyduğu anda herkes telefonunu çıkartır ve kırarcasına basar çünkü insanlar o bekleme anına bile tahammül edemezler. Biz hız bağımlısı olduk ve hıza uyabilmenin önemli olduğu bir döneme geldik. Bundan önce zamana dayanabilmek önemliydi, yirmi beş yıllık, elli yıllık, iki yüz yıllık olmak matah bir şeydi. Bugün bunların anlamı gidiyor, onun yerine hıza dayalı olabilmek lazım. Her yaptığımız hıza dayalı olacak, norm dediğinizde hıza dayanıklı şeyler kalkıyor ortadan. Değişim hızı o kadar fazla ki bunları normlar ile götürebilmek imkânsız. Norm yoktu, yeni normal olamaz, normlar her gün değişmek durumundadır diyorum. Örnek, bugün internet 3.0’a geçiyoruz; 1.0 hızı 90’lı yıllardaydı, bir fotoğrafı indirmek bir saat sürüyordu. 2000’lerin ortasında buluta geçildi ve sosyal medya oldu, şimdi 3.0’a geçiyoruz. Neredeyse internet 5G ile 100 misli hızlanacak, mekânın internet hâline gelmesi gibi durumlara geçilecek. 2-3 sene içinde bu geçiş başlayacak. Bazı şeyler yine değişecek, bu sebeple “Yeni Normal” olamaz çünkü normlar devamlı değişmek durumundadır.
TRT Akademi: Mart ve nisan ayında Twitter hesabınızdan, “Kendinize alışmaya başladınız mı?” diye iki kere sordunuz. Kendimize alışabildik mi?
Levent Erden: Bunu destekleyen bir gönderim daha vardı, “Çok paramız olsa ne yapacağımızı biliyorduk ama çok zamanımız olsa ne yapacağımızı hayal etmedik.” yazmıştım. Biz kendimizi bir makineye dönüştürdük, hayatımızı yetmiş yaşına kadar çalış, sonra o yaşlardan sonrasına bak şeklinde düşündük. Kendimizi unuttuk, büyükşehirde yaşıyorsanız sadece trafiğin olmaması bile 2-3 saat zaman kazandırdı. Bu 2-3 saat bile normal işte çalışıyormuş gibi sosyal ortamlardan ya da ekranlar üzerinden çalışsak dahi 4-5 saat fazladan zamanımız oldu ama biz bununla ne yapacağımızı bilemedik, bununla ilgili hayal kuramadığımızı fark ettik. Burada kendimize alışmak dediğimiz şey, bir yerden sonra 4-5 saat boşluğu olan insanlar başka bir şey fark ettiler, kendilerine bir şey yapmıyorlar. Bu yüzden kimisi ekmek yaptı, kimisi yoga yaptı ama herkesin kendine zaman ayırdığı ve bunu her zaman yapması gerektiğini fark ettiği bir döneme geldik. “Kendinize alıştınız mı?” derken kastım buydu, neredeyse bizim için yapılmış şeyler yaparken birdenbire kendimize ait bir zaman kalınca kendimize karşı sorumluluklarımızın farkına vardık. Kendimizin de önemli olduğunu yeni fark ettik, yine sağlık sorunlarından dolayı vücudumuzun önemli olduğunu fark ettik. Başıboş bırakırsak belirli bir yaştan sonra sorunlar olduğunu gördük. Ruh sağlığının önemli olduğunu fark ettik, hobilerimizin dar olduğunu, okuduklarımızın az olduğunu fark etmeye başladık. En az sağlığımıza baktığımız kadar aklımıza, ruhumuza da değer katmak gerektiğini fark ettik.
TRT Akademi: “Niçin sosyal medyadayız?” sorusuna “Yalnızlığımızı azaltmak için” cevabını veriyorsunuz ki, bu ülkemizdeki en iyi cevaplardan biri. “Tekil Sosyallik” isimli bir de kavramınız var. Bu kavram pandemi sürecinde neye dönüştü, ilişkilerimiz bu süreçte nasıl şekillendi?
Levent Erden: Bize hep “sahip olmak” dayatıldı. Evin olsun, bir ayakkabın olsun, bir tane daha olsun, daha çok olsun, bu dayatıldı. Tüm değerlerimiz sahip olmak üzerineydi ama büyük şehirlerde pek az şeye ait olmaya başladık. Çok az kaynakta kendinizi buluyorsunuz, şehirde çok yalnızsınız, asansördeki komşunuzu tanımıyorsunuz. Zaten korkunç bir yalnızlık vardı, bu durum hiç tanımadığınız insanlarla ortaklıklar yapmaya imkân sağladı. Eskiden ikimiz aynı takımı tutuyorsak birbirimizi yakın hissediyorduk. Hat seviyorsanız hat severlerle, Y türü film sevenlerle grupların içine girip kendinizi oralara ait hissediyorsunuz. Yalnızsınız ama söylediklerinizi duyacak insanlar ile beraber olup rahat ediyorsunuz. “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım.” deyip yeryüzündeki yıldızları anlıyorsunuz.
TRT Akademi: Konuşmamız gereken bir kavramınız daha var. “YIK Sendromu” yani yakalamayıp ıskalama korkusu. Bilmeyenler için bu kavramı açar mısınız?
Levent Erden: Hepimizin hayatı aynı; sabah kalkıyoruz, duşa giriyoruz ve parmaklarımızla saymaya başlıyoruz: Şunu arayacağım, bunu yapacağım diye, parmaklarımız yetmiyor. Çıkıp işe gidiyoruz, onlarca telefonda konuşuyoruz, yüz tane e-postaya bakıyoruz, WhatsApp’a cevap veriyoruz, bir yandan da sabah planladıklarımıza koşuyoruz. Arada iki dakika vakit buluyoruz, şu lokantaya gitmezsen enayisin, bu filmi görmediysen çok şey kaçırdın… Herkes inanılmaz bir hayat yaşıyor. O, buraya gitmiş, şu, bunu yapmış, sanki bir tek sizsiniz koşan. Ben buna “Yılbaşı Gecesi Sendromu” diyorum, herkes eğlendi bir tek sen eğlenemedin hissi vardır. Eve döndüğünüzde bir bakıyorsunuz ki saydıklarınızın sadece yüzde 10’unu yapmışsınız ama arkadaşlarınızın dediklerinden dolayı gidilecek filmler, gidilecek konserler, okunacak kitaplar var ve siz bunların hepsinde bir şeyleri ıskalıyorsunuz ve bundan dolayı yıkılmış durumdasınız. Ne yaparsanız yapın bir şeyleri yapamıyorsunuz. Bir şey yapmak için on şeyden vazgeçiyorsunuz, eskiden on tane şey yoktu, mesela bir tane TRT vardı, herkes kaptan Stubing’in kim olduğunu bilir, kaçağı tanır, bütün dizilerdeki karakterleri herkes bilirdi. Ama şu anda herkes için yapacak binlerce şey var, hem de aynı an içinde ve o ana bir şeyler sığdırmak zorundayız. “Yakalayamayıp ıskalama korkusu” bizi başka bir yere getiriyor, geçmişi ve geleceği boşlayıp anı çok genişletiyorsunuz. Ben mesela çocukluğumda gittiğim konserin biletini saklıyorum. Eski fotoğraflar mesela ama şu anda böyle bir durum yok. İnsanlar bir şeyleri saklamıyor çünkü sakladığımız şeyi arada çıkartıp bakarız, şu anda öyle bir vakit yok. An içinde yapılabilecek şeyler o kadar çok ki. Ancak eskiden ne yapmış olduğunu düşünecek vakit yok, ileriyi düşünecek vakit de oldukça sınırlı. Dolayısıyla her işi o ana sığdırmak zorundasınız, o zaman da bütün insanlar optimizasyon için yaratılmıştır sanki, her yapılanı hiçbir işten eksik kalmamak için yapıyorsunuz. Açık büfede yemek alır gibi oradan biraz salata hatta tatlının üzerine biraz yoğurtlu bilmem ne konan tabaklara benziyor hayatımız. Çünkü ıskalamak istemiyoruz. Bazen tatlar birbirine karışsa da hepsini yakalamak istiyoruz, bazen tabağımıza aldıklarımızın büyük bir kısmını yiyemiyoruz da. En büyük korkumuz bir şey ıskalamak, lafa da giremiyorsunuz, bir konuyu bilmemeniz ayıp karşılanıyor. Anlatılanın içinde olup bilmek istiyorsunuz, sizin talep etmediğiniz kadar yüksek bir arzda herhangi bir şeyi kaçırmak bir kaygı hâline geliyor, asıl derdimiz bu. Bu sebeple yakalayamayıp ıskalama korkusu bizi daha fazla ana sıkıştırıyor. Aynı an içinde ne kadar çok şey yaparsak o kadar iyi zannediyoruz ve sıkıştırılmış bir zevk almaya gayret ediyoruz.
TRT Akademi: “Bir şey Instagram’da yayınlanmamışsa yaşanmamış demektir.” sözünü siz de zikrediyorsunuz. Bunu biraz daha açar mısınız?
Levent Erden: İnsanlar ıskalamadığını ispat etmek durumunda, bunu oraya eklediği zaman sadece birisi görsün diye değil, ben de orada vardım, ben de ona aitim, ben de bunu becerebildim demek için yapılıyor. Ben de yaptım, eksik kalmadım demenin çabası o. Ben de şuradaydım dediğinizde, “Sen de mi oradaydın?” cevabı geliyor, o kitabı okuyanlara bir anda ait olabiliyorsunuz, bunun belgelenmesi lazım. Bu sebeple Instagram’a ekliyoruz, bu belgedir.
TRT Akademi: Pandemi ile dijital yayıncılıktaki yeni formatlar da konuşulmaya başlandı. Sizin şöyle bir iletiniz var, “Herkes kendi yayınını yapmaya ve istediği, merak ettiği kişileri, faaliyetleri, konserleri vs. canlı ve neredeyse kurgusuz izlemeye başladı. Aracısızlaştırma her konuda tavan yapıyor. Kitlesel medyanın pandemi sonrası işi daha da zor.” diyorsunuz. En çok sorulan soru budur, TV ekranı ölecek mi? Dijitalleşme, televizyon ekranını nasıl dönüştürecek?
Levent Erden: Dijitalleşme teknik bir kavram, burada önemli olan şey etkileşimlilik, orada olana anında fikrinizi söyleyebilmeniz. Ben televizyona bir şey diyemiyorum ama yorumlarda herkes istediğini diyor. Bir şeylerin öleceğine inanmıyorum, televizyon çıkınca radyo ölmedi, internet ilk çıktığında gazeteler ölmedi ama interaktivite, işi farklı yere getirdi. İnsanlar edit edilmiş şeylerden kaçmaya başladı. Asıl zorlanacak olan şey “kitleseldir” çünkü bir 20. yüzyıl icadıdır. İkinci dünya savaşı pek çok imkânı vermiştir, Birinci Dünya Savaşı’ndaki uçakları düşünün, sadece yirmi sene sonra neredeyse bugün kullandığımıza benzer uçaklar oldu. Yani orada da acayip bir hız var ve bu uçaklar uzun süre havada kalarak bütün dünyanın karışmasını sağladı. İkinci Dünya Savaşı’nda özellikle Amerika’ya bomba düşmemesinden ve her şeyin çok çabuk tüketilmesinden dolayı daha fazla uçak, daha fazla tank, daha fazla top, daha fazla kamyon her şeyin daha fazlası yapıldı ve hepsi telef olduğu için daha da fazlasını yapmak zorundaydınız, savaş bitince de endüstri patladı elinizde. Standartlar belirlendi, en çok seyredilen film, en çok okunan kitap, en çok seyredilen televizyon kanalı, bu da en küçük ortak paydayı getirir. Adı üstünde küçüktür, herkes tarafından beğenilse de küçüktür. Çok satan kitaplar, bakarsınız havaalanındaki meşrubat büfesinde bile bu kitaplardan on tane vardır ve sığdır. Bu devrin bittiği, ilgi alanlarının çeşitliliği ve her ilgi alanına göre de bir şeylerin olabileceği çeşitlilikler var. Televizyon bugüne kadar geldiği şekliyle en küçük ortak paydaya dayalıdır, en yüksek reyting alan şeyler en değerli şeyler değildir. Televizyonda daha çok gösterirsem insanlar da daha çok ilişki kurarlar fikrinin bugün yaşama şansı sıfırdır. En çok, en büyüğün arkasından gitmenin bir sorunu vardır. En çok takipçisi olan influencer, önemli olan sizin ilgi alanınızı ne kadar kapsadığıdır. Televizyon artık eskisi gibi midir bu da tartışılır. Tematik kanalların çıkması televizyonu da eski kitlesel hâlinden çıkarmıştır. Diziler ve müzik abonelik sistemi ile akıma geldi. Bu aboneli akım sistemleri, televizyonlar daha dar konulara yaklaşmak zorundadır. Herkes için tek tip yani kitleselliğin sonu gelmiştir, televizyonun sonu gelmez ama kitlesellik bölünmek zorundadır. TRT de tek başınayken şimdi TRT yazdığınızda çok sonuç çıkıyor, hâlbuki ben TRT’nin ilk yayınını izleyenlerden biriyim.
TRT Akademi: İletişim eğitimi alan öğrenci arkadaşlarımıza yönelik TRT’nin “Geleceğin İletişimcileri Yarışması” var. Geleceğin yayıncılarına ne önerirsiniz?
Levent Erden: İletişimde “Ş” harfi çok önemli, fiilleri işteş hâle getiriyor. Pek çok yerde iletişim adı altında iletimden bahsediyoruz yani tek yönlüden. Reklam bir iletimdir, pek çok yayın bir iletimdir. İletişim tam bir palavradır, “Ş” yoktur, aslında bu dijital denen şey gerçek anlamda iletişim olur. Çünkü karşınızdaki de size bir şeyler söyler ve laf başka bir tarafa döner, etkileşimli olmak burada hayatidir. “Ş” harfinin önemini araştırmalarını öneriyorum, iletişim bundan sonra dinlemek ve duymaktır. Duymuyor ve dinlemiyorsanız söyleyecek hiçbir şeyiniz olamaz. Bu, veriden çok fazla anlamak demek, analizini yapabilmek demek, verileri anlamlandırabilmek demek. Sektörün neresinde olursa olsun verinin toplanması, anlamlandırılması, kullanılması, gösterge tabloları hâline getirilmesi ve bu tablolardaki en küçük değişikliğe bile çok çabuk reaksiyon verilmesi lazım. Okullarda 1960’lardan beri aynı şeyler anlatılır ama bugün o teorilerin çoğu ile zorlanırız, önemli olan dinlemektir. Dinlemek veri ile söz konusudur, veriyi doğru anlayıp anlamlandırdığımız hâlde “Ş” harfinin gereğini yaparız, iletişim bizden değil karşıdan başlar.
TRT Akademi: Dünya tarihi açısından önemli değişikliklere yol açtığını düşündüğünüz ve önemsediğiniz 1974 petrol krizinden sıkça söz ediyorsunuz. Evrensel anlamda yol açtığı değişim bağlamında koronavirüs dönemi ile 1974 krizini kıyaslayabilir miyiz?
Levent Erden: 1974, savaş sonrası olan büyüme ve daha çok büyümenin bir anda durduğu bir dönemdir. Birdenbire binlerce sektörün altından kalkamayacağı sorunlara sürüklendiği belli olmuştur. 1945-1974 arası dünyanın toplam büyüme hızı 1975-2000 arasının tam iki mislidir, bu sebeple 1974 bir kırılma noktasıdır. Türkiye açısından da Kıbrıs dönemi olduğu için hem dünyada bu olurken işin ekonomik kısmına bakarsak hem de hesapta olmayan bir harcama ile beraber Türkiye’de de enflasyonun başlangıcıdır. 2004’e kadar dünyadaki iki haneli enflasyonla otuz yıl yaşamış tek ülke, bunun ne önemi var? Sadece ekonomik değildir sonuçları, bu enflasyon insanların kısa vadeli düşünmesini gerektirir. Kısa vade bu hafta, orta vade gelecek hafta, uzun vade ay sonudur, ondan sonrası bilim kurgudur enflasyon altında. 2020’nin 1974’ten daha büyük etkileri olacağını ben kişisel olarak varsayıyorum. Dünya kutupları yerinden oynamıştır yani ben hep Pekin Olimpiyatları ile birlikte Çin, oyuna girdi diyordum. Şu anda da oyuna girdiğini hissettiğimiz yıldır, yani verinin kullanılmasının en acayip örneğini Çin vermiştir. Tedarik zincirleri Çin’den başlıyor ve bu zincir kırıldığı için trilyon dolarlık şirketlerin ne olacağı tartışma konusu. Dünyanın aynı anda durması, Avrupa topluluğunun ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğu, ilk başta ulusal sınırlar diye bir laf kullanmaları hatta birbirlerinin yardımlarına el koymaları gibi hikâyeler var. Bu işlerin yapay olduğunu gördük. Globalleşme devam edecektir ama yerelliğin önemli olduğu tedarik zincirinin ve iş yapma şekillerini değiştirecek. “Mekân Bağımsız” kavramının öne çıkacağı, zamana değil hıza dayanıklı olunduğu için çok daha hızlı kararlar verebilecek, çabuk hareket edecek kurumlara geçmek gerektiği için kurumlar ve şirketler organizasyon şemalarını ele almak zorunda kalacak. Teknolojik dönüşüm denilen şeyin bilgi işlemcilerle alakasının olmadığı, bir dünyayı ele alış biçiminden bahsedildiğini, dijital dönüşümden önce dünyaya bakış açısının değişmesi gerektiği görüldü. Bu, önümüzdeki on yılda olacaktı ama 2-3 yıla sıkıştı. Önümüzdeki bir yılda değişimi görmeye başlayacağız. Herkes maliyetlerini düşürmek zorunda. İnsanlar işten çıkarsa kim tüketecek? O yüzden genel giderler kısılacak, mekân bağımsız sisteme geçilecek. Trafikte heba olan kaynakların üretim lehine konulacağın varsayıyorum ve bunun önemli bir kırılım olacağına inanıyorum.
TRT Akademi: Salgının bedelini ölen insanlar ödedi. Fakat bu dönemin bir günah keçisi olmasını ister gibi ABD’nin Çin aleyhine yaptığı açıklamalar var. Bir Çin-ABD kavgası bekliyor musunuz önümüzdeki günlerde?
Levent Erden: Neredeyse kesin gibi, Amerika’nın Çin’e suçlama hikâyesine hafif gülümseme ile yaklaşıyorum. Sınırına duvar çekiyordu, bir virüs çıktı ve duvar dinlemedi. Bugüne kadar risk olarak öngörülen çok şey devre dışı kaldı. Bundan sonraki tartışma ne kadar otoriter olunacak, ne kadar serbest olunacak tartışması olacak. Amerika’da sağlık konusunda federal bir yapı yok ve her eyalet kendi karar veriyor, her vali kendisine göre davranmaya başladı. Çin, veriyi daha çok kullandı, mahremiyeti hiçe saydı. Süpermarkette portakal alırken yanınızdaki kişiyi hasta ettiniz diye o kişiyi bulup tecrit etme yeteneklerini geliştirdiler, ödeme sisteminden telefondaki lokasyon belirlemesi ile olan bir sistemi kullandılar. Hastalıkların önlenmesi için iyi bir şey ama bundan sonra ne kadar kullanılır? George Orwell ne kadar yanılmış olur? Tartışacağız. ABD hafiften bu işi Çin’e ihraç etmek istiyor, yani kendisindeki sorunu.
TRT Akademi: Küresel bir çevre krizinin bizi beklediği söyleniyor, iklim değişikliği merkezli krizler gelebilir diyorlar. Biz bugüne kadar bu konulara dikkat çeken insanları dinlemediğimiz için mi bu bedeli ödedik?
Levent Erden: Risk tanımları değişti, dünyanın en büyük finans kuruluşlarından dünyanın en büyük haber alma teşkilatları bu riski hesaplamamıştı. Nükleer savaş bile risk olarak sayılıyordu ama bu virüs yoktu, risk tanımının değişeceğine inanıyorum. Dünya bundan sonra daha farklı davranacak, bu kesin. İklim meselesi tartışılıyordu, 1999’da girmiş sürdürülebilir kavramı literatüre. Yerine konamayacak doğal kaynakları insanlar için koruyabilmek tartışılmış o yıllarda ama öte yandan ABD bu oyunu oynamıyor, büyük ülkeler yan çiziyor. Son on senesine girdik çevre konusunda. Akaryakıtlı otomobillerin devre dışı kalması için bile hâlâ belli bir zaman var. Büyük ülkeler bu işe girmedikçe diğer ülkeler ne yaparsa yapsın hayırlı değil. Hükûmetler açısından çevreyle ilgili yapılacak yatırımlar çok pahalı, pek çok üretim sistemini devre dışı bırakmak veya pahalı yatırımlarla dönüştürmek gerekiyor. Bunların karşılıklarını yirmi sene içinde alıyorsunuz. Hükûmetlerin kendi seçim dönemleri içinde karşılık alamayacakları bir şeye bu kadar büyük yatırım yapmasını beklememek lazım. Kısa vadeli çözümler bile yapılmadığı için uzun vadede büyük sorunlar var elbette.
TRT Akademi: Kapitalizm imparatorluğu çöküyor, koronavirüs salgını bu işin başlangıcı yorumları da yapılıyor. Bu konuda ne diyorsunuz?
Levent Erden: O kadar kesin konuşmamak gerekiyor, bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacak bence. İnsana ihtiyaç var ve aradaki gelir dağılımı farkını bu şekilde tutamazsınız. Bir şey satacak insan bulamayacaksınız. Gelir dağılımı düzenlenmeli, şu anki fark inanılmaz açıldı ve bu bir sosyal bir soruna doğru dünyayı sürükleyebilir. Fark hiç olmadığı kadar açıldı bugün, özellikle orta sınıfların kaybolması ve işin iyice incelmesi ile başlar. Bütün dünya Avrupa bile böyle bir sorunla karşı karşıya, insan hayatı uzuyor, tıp gelişti ama sosyal sigorta sistemleri bunu kaldırmıyor. Yaşlı nüfusu ve sağlık harcamalarının altından nasıl kalkılacağı bilinmiyor. İnsanlar otuz sene prim ödüyorlar, otuz beş sene daha fazla yaşıyorlar ve onları yaşatmak zorundasınız. Bu gidilen yerlerde gelir dağılımı baştan düşünülmeli, özellikle teknoloji ile vasıfsız kol gücüne sahip işlerin azalacağı, o zaman insanları nasıl ayakta tutacağımızı göreceğimiz günler kesindir. Burada başka bir tanım yapmak gerekiyor. Dünyadaki büyümelerin GSMH üzerinden yapılması, sizde veya bende, gelirimizde bir şey değişmezken ülkenin GSMH artabilir veya azalabilir ama bizim yaşam tarzımızda bir şey fark etmeyebilir. Pandemi sonrası dönemde işi sadece büyüme hızlarına bağlarsanız hayat çok zor olacaktır, bunun yerine refahın dağılımı üzerine konuşmak lazım. Bundan sonraki kredilerin de şirketlerin bilançolarına göre değil, dünyayı ele alış biçimlerine göre de verileceğine inanıyorum. Çevre ile olan ilişkilerine göre kredilendirme ve vergilendirme sistemleri olabilir. Pandeminin öğrettiği şeylerden biri de en zayıf halka kadar güçlüsünüz, bir ülke bile zayıf olsa ortalık berbat olabilir. Bir insan zayıf olsa da siz her şeye önem verseniz de sizi riske sokuyor.
TRT Akademi: Pandemiden sonrasına kurumlar ayak uyduracak mı?
Levent Erden: Ayak uydurabilenler kalacak, gerisi gitmek zorunda. Bütün depremlerde aynısı olur. Kanunlara uygun, temeli sağlam, statik hesapları iyi yapılmış sistemler ayakta kalır, bunları uygulamayanlar yıkılırlar. Kurumların yeteneklerine ve esnekliklerine bağlı.
TRT Akademi: Yeni meslekler ve ihtiyaç olmayacak meslekler nelerdir?
Levent Erden: On beş sene sonra otonom araçlar çıkınca trafik polisi veya vale ortadan kalkabilir. Buna karşılık bunu programlayan binlerce insan olacak. Eskiden orakla bin kişi tarlayı sürerdi, şimdi biçerdöver geldi ve bu sefer onun parçaları başka insanların istihdamına yaradı. Makine insanların yerine geçmez, insanların niteliği değişir. Kol gücünün bir şeye dönüşmesi zor ama başka şeye dönüşebilir insanlar.
TRT Akademi: Salgın döneminde online eğitim formatları gelişti ve özellikle üniversitelerde bu uygulandı. Evden üniversite eğitimi ne kadar verimli olur?
Levent Erden: Bu; eğitimi veren, eğitimi alan ve eğitim almak isteyenlerle doğru orantılı. Başında bulunduğum yüksek lisans programında bu sisteme hızla geçtik, öğrencilerin talebi üzerine bayramda bile ders yapıyoruz. Her şey yolunda, daha fazla materyal gösteriyoruz, daha fazla insana erişiyoruz. Eskiden kötü havada sınıfın yüzde 60’ı gelirken bugün yüzde 110 geliyor. Ne olursa olsun pandemi sonrası hibrit işler yapılmak zorunda. Ne yüzde 100 sadece ekran ne de yüzde 100 sınıflarda olmalı. Eğitim için koca koca binalara ve masraflarına ayrılacak para, öğrencilerin eğitiminin kendine harcanabilmeli.
TRT Akademi: İyi bir kariyer için ne yapmak gerekiyor ve yaratıcılığın perde arkası nedir Levent Erden’e göre?
Levent Erden: Kariyer planlarına İK (İnsan Kaynakları) gözüyle bakamıyorum, zaten İK’nin kaldırılması taraftarıyım. Eski personel müdürlüğü özlük işlerine baksın, gerisi başka bir şey olsun diye. Kariyerin, basamak basamak çıkılan, şeften genel müdüre giden sistemin ortadan kalkacağını ve hızlı işler yapılacağını düşünüyorum. Veri ile olan ilişkisini iyileştiren insanların bundan sonraya alışması lazım. Bundan sonra büyük değil, küçük takımların olacağına inanıyorum. Yaratıcılık lafının çok büyük olduğuna inanıyorum. Yoktan var etmektir bu iş ve sistematik çalıştırmayı gerektirir. Yaratıcılık için her aşaması planlanmış, ince çalışmalar gerekir, yoksa bir fikir buldum diye yaratıcı olunmaz.