Pandemi, Post-Pandemi ve Yeni Dindarlık Modelleri


Prof. Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU /Akademisyen / Ankara Üniversitesi

Analiz/Yorum

Aylardır kamuoyunun değişmez gündemi olan yeni tip koronavirüs ya da Kovid-19 pandemi sürecinin sağlık alanındaki sonuçlarını yakından takip ediyoruz. Bu süreçte, dünyanın dört bir tarafından gelen binlerce yeni vaka haberiyle birlikte gün geçtikçe bu vakaların derinleşen tahrip edici etkilerine tanıklık ediyoruz. Bu vakalardan bazılarından aldığımız iyileşme haberleri ile seviniyor, ölüm haberleri geldiğinde ise üzülüyoruz. Bu süreçte dünya, görünmeyen bir düşmana karşı elbirliğiyle mücadele ediyor. Bu düşmanın niteliği, yani 5N-1K’sı ise hâla belirsizliğini koruyor. Pandemi sürecine ilişkin, “Ne, nerede, ne zaman, neden, nasıl ve kim?” sorularının cevapları büyük ölçüde kapalılığını sürdürüyor. İlk koronavirüs vakaları, 2019 Aralık ayında Çin’in Wuhan eyaletinde görülmesine rağmen, bu vakalara neden ilk önce Çin’de rastlandığı ve virüsün orada nasıl ortaya çıktığı, henüz dünya kamuoyuna yeterince ikna edici biçimde kanıtlanabilmiş ve açıklanabilmiş değil. Üstelik kamuoyu, sürecin gerçek aktörünün kim olduğu konusunda da Çin ve ABD arasında karşılıklı suçlamalara şahit olmaya devam ediyor. Nihayet bu yeni gelişmenin pek çok açıdan kapsamlı analizinin yapılması; kısa, orta ve uzun vadeli projeksiyonların saptanması gerekiyor.

Pandemi sürecinde yaşama yönelik umutlarımızı diri tutmaya, potansiyel risklerimizi azaltmaya ve güven algımızı yükseltmeye çalışıyoruz. Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide gidip gelmeye, ruhsal gerilimler ve gelgitler yaşamaya devam ediyoruz. Sürecin ikinci ayının başlarında Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın 22 Nisan 2020 tarihli Bilim Kurulu toplantısının hemen ardından yaptığı, “Salgın kontrol altına alındı.” açıklamasıyla toplum olarak anlık bir rahatlama yaşamış ve sürecin seyrine ilişkin umutlarımızı tazelenmiştik. Ancak bu açıklamadan birkaç saat sonra başlayan ve dört gün süreyle sokağa çıkma yasağının ilan edildiği kararla birlikte yeniden gerilmiş, paniklemiş ve marketlere akın etmiştik. Bununla birlikte Türkiye’de sağlık sektörünün güçlü ve hâlen güçlendirilen yapısı, sürecin en az hasarla atlatılması konusunda önemli avantajlar sağlamış görünmektedir. Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Bilim Kurulu tarafından sürecin seyrine ilişkin projeksiyonların yapılması, Bakanlık birimlerinde muhtemel senaryolara göre hazırlıkların sürdürülmesini beraberinde getirmiştir. Bu yapılanma, öncelikle küresel sağlık krizinin yerel ayağının yönetilmesinde, tüm paydaşlarıyla sağlık sektörünün elini güçlendiren bir tablo olarak karşımıza çıkmaktadır.

Krizle mücadelede sürecin doğru yönetildiğine ilişkin güçlü bir kamuoyu desteğinin oluşturulması, bu desteğin zamanla tahkim edilmesini ve süreklilik kazanmasını beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla yönetimsel süreçlerde verimliliği, etkinliği ve sürdürülebilirliği kolaylaştırmıştır. Bu durum, hâlen sağlık sektörü özelinde pandeminin yönetilebilirliğine önemli katkılarda bulunmaktadır. Bu süreçte yetkili ağızlar tarafından yapılan açıklamalar, toplum ruh sağlığını doğrudan etkilemektedir. Dünya Sağlık Örgütünün tanımına göre sağlık; fiziksel, ruhsal ve sosyal olmak üzere birbirini tamamlayan bileşenleriyle bir bütündür (WHO 2000a; WHO 2000b; WHO 2001). Bunlardan birini tedirgin eden bir gelişme yaşandığında, diğer bileşenler de alarm vermeye, başka bir deyişle ‘olağanüstü hâl’ ilan etmeye başlamaktadır. Çünkü psikolojik, ruhsal, zihinsel ve toplumsal sağlığımız biyolojik sağlığımızla doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla pandemi günlerinde evde kalmanın, sosyal izolasyon ve karantina uygulamalarının yıpratıcı atmosferinin toplum ruh sağlığımızı örselediğinden kuşku yoktur. Toplum olarak ciddi yaralar alan ruh sağlığımızın onarılması için kamusal ve özel duyarlılıkların geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu çerçevede medyada pandemi sürecine ilişkin haberlerin yer alma biçimi ile kitlelerin psikolojisi arasında da doğrudan bir ilişki olduğu anlaşılmaktadır.

Kamu ve özel sektör yayıncılığının beraberinde getirdiği sorumluluklarla hareket eden medya platformlarındaki haberlerin, kitlelerin süreci anlamlandırma biçimleri ve psikolojik reaksiyonları üzerinde sakinleştirici/yatıştırıcı etkilerinin olduğu görülmektedir. Benzer haberlerin düşük profilli duyarlılığa sahip ya da sosyal duyarlılığa sahip olduğu izlenimi uyandırmayan medya platformlarında herhangi bir filtreleme işlemine tabi tutulmadan verilmesi ise kitlesel gerilimi yeniden tetikleme ve yükseltme riskini beraberinde getirmektedir. Esasen pandemi sürecinin orta ve uzun vadedeki etkilerinin sadece sağlık sektöründekilerle sınırlı kalmayacağı bilinmektedir. Bu yüzden kamuoyunda olduğu gibi medya haberlerinde de söz konusu sektör merkezli odaklanmanın, toplumun diğer alanlarına doğru etki ve yayılımının gittikçe genişlemesi kaçınılmazdır. Bu kapsamda, pandeminin ekonomi başta olmak üzere diğer sektörler üzerindeki etkilerinin daha fazla hissedileceği aşikârdır. Sürecin kısa vadeli sonuçları birinci dalga olarak değerlendirilirse ekonomik resesyon riski ve artan işsizlik oranları gibi ikinci ve üçüncü dalga etkilerinin ardı ardına gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu etkilerle birlikte, pandemi ve post-pandemi dönemine yayılacak uzun erimli bir yolculuğun arifesinde olduğumuz anlaşılmaktadır (Çapcıoğlu 2020a).

Sosyal politika yapıcıların ve uygulayıcıların, pandeminin sağlık ve ekonomi sektörünün yanında, sosyal hayatın diğer alanlarına etkilerini de dikkate alması elzemdir. Çünkü sosyal hayat sağlık, ekonomi, politika, aile, eğitim, boş zaman değerlendirme ve nihayet dini hayat alanlarıyla/boyutlarıyla bir bütündür. Bu bütünün parçaları arasında karşılıklı ve etkileşimsel bir ilişki vardır. Dolayısıyla parçalardan birinde yoğunlukla yaşanan bir değişimin diğer parçalara da sirayet etmesi ve domino etkisiyle zamanla toplum geneline yayılması adeta mukadderdir. Bu yüzden, hastalık ve ölüm riskinin arttığı olağanüstü zamanlarda bireylerin ve farklı toplum kesimlerinin risk algılarını azaltacak, acılarını hafifletecek, yaralarının sarılmasına ve iyileşmesine, travmatik etkilerin rehabilitasyonuna katkıda bulunacak güvenli sığınaklara ihtiyacı vardır. Böyle zamanlarda insanların aklına gelen ilk sığınak/sığınma aracı dindir. Dini duygu, düşünce, inanç ve pratiklerin afet dönemlerinde ruh sağlığımızı onarıcı ve iyileştirici etkilere sahip olduğu, uzun soluklu araştırmalardan elde edilen bulgularla kanıtlanmıştır (bkz. Yapıcı 2007; Apaydın 2010: 59-77). Söz gelimi, afetlerin beraberinde getirdiği endişe, kaygı ve korkularla başa çıkmada duanın güvenli bir liman olarak algılandığı bilinmektedir.

İnsanlar, özellikle, bireysel ve toplumsal çabaların beklentileri karşılamakta zorlandığı belirsizlik dönemlerinde duanın yanı sıra, ibadetlerin de maneviyatlarını yükseltici gücünden yararlanmayı tercih etmektedir. Bununla birlikte, afetlerin dini yönelimler üzerindeki etkisinin yoğunluğu yaş, cinsiyet, sosyal sınıf, statü, eğitim, gelir düzeyi gibi sosyo-demografik ve ekonomik değişkenlere göre farklılaşmaktadır. Dolayısıyla pandemi sürecinin dine yönelimlerimizde kalıcı değişimlere yol açıp açmayacağını, söz konusu değişkenlerin sürecin seyrine etkisi belirleyecektir. Bu bağlamda, post-pandemi döneminde dini hayatın geleceğini kestirebilmek için geniş katılımlı ve uzun erimli çalışmalara ihtiyacımız olacaktır. Karantina uygulamalarına uyum sürecinin, toplum genelinde olduğu gibi inançlı bireyler açısından da yüksek katılımla ve düşük profilli sorunlar üreterek devam ettiğini söyleyebiliriz. Diğer insanlar gibi onlar da Bilim Kurulu’nun tavsiyeleri çerçevesinde alınan kararlara, önleyici tedbirlere ve kısıtlamalara büyük ölçüde uymaktadır (Çapcıoğlu 2020c).

Dindar bireyler de salgının yayılma hızını düşürmeye yönelik kamusal politikalara ve politika yapıcılara büyük oranda güvenmektedir. Bu güvenin oluşmasında, sürecin başlangıcından itibaren izlenen ve kamuoyunu düzenli bilgilendirmeyi amaçlayan proaktif sağlık politikalarının etkili olduğu muhakkaktır. Toplumsal yaşam alanlarındaki kısıtlamalara uyumun, bireysel yaşamların yönetimine yansıması konusunda ise dini inançlardan çok kişilik tipleri belirleyici olmaktadır. Bu konuda, kişilik tiplerine göre farklılaşan psikolojik reaksiyonlar ortaya çıkmaktadır. Söz gelimi, kişisel kontrol odağını endişe, kaygı ve korku gibi olumsuz duyguların yönettiği ‘tedirgin kişilikler’, salgın haberlerinden kolaylıkla tetiklenerek paniğe kapılabilmektedir. Buna karşın kontrol odağında güven, bağlılık ve sabır gibi olumlu duyguların baskın olduğu ‘dengeli kişilikler’ ise bu tür haberler karşısında kontrollü reaksiyonlar sergilemektedir.

Dindarlık düzeylerine göre farklılaşan yönelimler ise genellikle pandeminin sebeplerine ilişkin yaklaşımlarda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda, ‘takdir’, ‘tedbir’ ve ‘takdir-tedbir’ yönelimli olmak üzere üç farklı yaklaşımdan söz edilebilir. ‘Takdir’ yaklaşımına göre, pandemi bir uyarıdır. Deprem, kuraklık, savaş ve hastalık gibi felaketler, ilahi bir ceza, ikaz ve ihtar olarak değerlendirilmelidir. Bu bakış açısını savunanlar argümanlarını, genellikle Kur’an kıssalarından, özellikle peygamberler tarihinden örneklerle desteklemektedir. Buna göre masum çocukların, savunmasız sivillerin maruz bırakıldığı ve çoğunluğun sessiz kaldığı dünya çapındaki zulüm, işkence ve adaletsizlikler, ahlaki yozlaşma ve çözülmeler karşısında er ya da geç ilahi bir müdahalenin gelmesi kaçınılmazdır. Bunun karşısında ‘tedbir’ yaklaşımını savunanlara göre ise salgın; insani hataların bir sonucudur ve sorumluluğu tümüyle insana aittir. Bu olayda, ilahi bir belirlenim ve müdahale söz konusu değildir. Bütün bunlar, zamanında ve yeterli tedbirler alınmadığı için yaşanmaktadır. Pandemi henüz bu ölçekte yayılmadan bilimsel tedbirler alınsaydı vakaların artması önlenebilirdi.

Bu iki yaklaşımı sentezleyen üçüncü bir bakış açısı olarak ‘takdir-tedbir’ yaklaşımına göre ise bu süreç ne tek başına takdir ne de tedbir ile açıklanabilir. İnananlar açısından evrendeki her şeyin metafizik planlamaya (kader) göre gerçekleştiğinde kuşku yoktur. Ancak bu planlama içinde insana da özgür bir alan bırakılmıştır. İnsan, bu alanda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirdiğinde (tedbir) sorunların çözümü mümkün hâle gelir. İhmalkâr davrandığında ve sorumluluklarını reddettiğinde ise çeşitli sorunlarla karşılaşır. Nitekim Kur’an’da insanın kendi hataları yüzünden pek çok felaketle yüzleşmek durumunda kaldığı ifade edilmektedir. Küresel düzeyde bir bilinçlenme ile evrensel sorunların üstesinden gelinebilir. Bunun için insanların sorumluluklarının farkına varması; başka insanlara, doğaya ve canlılara zarar verecek davranışlardan kaçınması gerekir. Kısaca özetlediğimiz bu üç temel yaklaşımla birlikte pandeminin küresel aktörler tarafından dünyanın gidişatını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek maksadıyla laboratuvar ortamında tasarlanan bir virüsün eseri olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır. Bu bakış açısını savunanlar, pandeminin faturasını büyük ölçüde, küresel aktörlerin yanlış politikalarına yüklemektedir. Bu bağlamda çeşitli kıyamet senaryolarının üretildiği de görülmektedir.

‘Kontrollü’ dini yönelimlerin anlam üretme potansiyeli yüksektir. Bu potansiyelin nerede, ne zaman, nasıl ve ne ölçüde işlevselleşeceği üzerinde öncelikle bireysel tercihler belirleyicidir. Bununla birlikte bireysel tercihleri yönlendiren çeşitli motivasyon araçları bulunur. Bunlardan bir kısmı, kaynağını içsel yaşantılardan alırken önemli bir kısmı birey dışı kaynaklardan beslenir. Bireyin yaşantısı her iki kaynaktan gelen etkilerle şekillenir. Bu etkilerin sıklık ve yoğunluk derecesine bağlı olarak dini yönelimlerde zaman zaman dalgalanma ve anlık değişimlerin yaşanması ise kaçınılmazdır. Deprem, sel, yangın, kuraklık, kıtlık, savaş ve salgın hastalık gibi geniş kitleleri etkileyen afet dönemlerinde dini yönelimler üzerinde anlık değişimler daha yoğun görülür. Kovid-19 pandemisi de hâlihazırda benzer etkilere yol açmaktadır. Ancak bu etkilerin dini hayata yansımalarının kalıcı hâle gelebilmesi için uzun vadeli, köklü değişimlere kaynaklık etmesi gerekir (Çapcıoğlu 2020a).

Kamuoyunun yakından gözlemlediği gibi pandeminin ilk günlerinden itibaren alınan ve toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren karantina uygulamaları arasında dini pratiklere yönelik kısıtlamalar da yer almaktadır. Malum olduğu üzere bu kısıtlamaların ilk örnekleri, umrecilere yönelik karantina uygulamasıyla görülmeye başlanmıştı. Hemen ardından salgın hastalığa yakalanma riskinin arttığı bu dönemde umreye gidişlerin ertelenmesi gündeme gelmişti. Vakit ve cuma namazlarının cami ve mescitlerde cemaatle kılınmasının yasaklanmasıyla da topluca yapılan ibadetler tümüyle kısıtlanmış oldu. Bu kararlardan en çok etkilenen kesim yaşlılar oldu. Çünkü altmış beş yaş üstü sokağa çıkma yasağının ardından vaktinin tamamını evde geçirmek zorunda kalan yaşlı bireyler açısından cami, sadece cemaatle namaz kılınan bir ibadet yeri değildir. O, aynı zamanda yaşlıların hayatın yükünü birlikte sırtladığı, dertleştiği, sorunlarına beraberce çözüm aradığı, tecrübelerini paylaşıp hâlleştiği önemli bir sosyalleşme mekânıdır. Dini pratiklere katılım, yaşlılıkta bir boş zaman faaliyeti olarak da değerlendirilir. Bu kapsamda cami ve çevresinde gerçekleştirilen faaliyetler evin yükünü hafifleten önemli bir işleve aracılık eder. Bununla birlikte bu süreçte caminin söz konusu sağaltıcı fonksiyonları devre dışı kalmış oldu.

Pandemi sürecinde insanların Bilim Kurulu’nun tavsiyeleri doğrultusunda yetkililerce alınan kararlara ve getirilen kısıtlamalara önemli ölçüde uyumlu hareket ettiğini gözlemliyoruz. Bu durumu, fiziksel mesafe kuralının yanı sıra, “Evde kal.” çağrısı kapsamında karantina uygulamalarına katılım ile sokağa çıkma yasağı konusundaki uygulamalarda da gözlemlemek mümkündür. Ancak 11 Mayıs 2020 tarihinde başlayan ‘kontrollü sosyal hayat’ döneminden itibaren açıklanan kademeli normalleşme planının kitleler üzerinde tedbirlere uyumu gevşetici etkilere yol açma riski taşımaktadır. Nitekim bu süreçte sokağa çıkanların hızla arttığı görülmektedir. Bu durum, azalan ölüm oranları ve vaka sayılarıyla birlikte yeni bir döneme girdiğimiz bugünlerde, yeniden yükselişi tetikleme potansiyeline sahiptir. Bu çerçevede, yeni dönemin ‘kritik eşik’ olarak değerlendirilmesi gerekir.

Pandemi sürecinde sosyal hayatın bütünleşik parçası olan dini hayatın geleceğinin, mevcut bilgi-tecrübe stokları ve zihin-duygu haritaları ile anlaşılması zor görünmektedir. Bu hâliyle dini hayatın, genellikle bireysel yaşam alanlarının sınırları içinde ve daha çok kalp-gönül birlikteliği ile tecrübe boyutunda anlamlandırılma ve anlaşılma pratiklerine sahne olduğu görülmektedir. Ancak bu süreçte onun köklü bir değişim evresinin eşiğinde olduğu aşikârdır. Bu değişimin ilk sinyalleri olarak okunabilecek gelişmeler arasında ramazan ritüelleri sayılabilir. Bilindiği gibi ramazan ayı ve bayram süresince toplu olarak icra edilen mukabeleler, iftar-sahur buluşmaları, yüz yüze yardım davranışları, akraba ve komşular arası ziyaretleşmeler, cemaatle kılınan vakit, cuma, teravih, bayram namazı ve toplu bayramlaşma gibi ritüeller zorunlu olarak askıya alındı. Müslümanların merkezi mescidi Kâbe’nin yanı sıra ülkemizdeki şubeleri olan cami ve mescitler kapalı kalmaya devam etti. Bununla birlikte 11 Mayıs’tan itibaren kontrollü sosyal hayata geçişin ardından açıklanan normalleşme takvimiyle, bu konuda yeni adımlar atılmaya başlandı. Bu bağlamda haftalar sonra ilk cuma namazı 29 Mayıs’ta kılındı. Her ne kadar ‘sessiz’ geçen bayram sonrası dini hayatta normalleşme adımları daha da sıklaşsa da dini hayatta pandemi öncesine dönülmesi epey zaman alacak gibi görünmektedir.

Karantina uygulamalarının ürettiği yeni mesafe bilincinin de pandemi sonrası süreci hangi açılardan ve nasıl şekillendireceği tartışma konusudur (Çapcıoğlu 2020d). Bununla birlikte söz konusu mesafenin sosyal hayatta olduğu gibi dini hayatta da çeşitli sonuçlara yol açması muhtemeldir. Söz gelimi, camilerde sıklaştırılan safların, pandeminin ilk cuma namazından itibaren zorunlu olarak seyrekleştirilmeye başlandığı gözlenmektedir. Bu örnek, dini hayatın olağan seyrinin bir süre daha erteleneceğine ve ‘yeni normal’in ‘eski normal’ hayattan farklı olacağına ilişkin işaretler içermektedir. Pandemi sonrası dönemin, cemaatle kılınan namazlarda olduğu gibi diğer toplu ibadetlerde de eskisinden farklı uygulamalara kapı aralaması muhtemel görünmektedir. Örneğin, hac ve umre ibadetine ilişkin yasaklar hâlen devam etmektedir. Bu durumda Kâbe’nin, hac mevsiminde de toplu ibadete açılamayacağı anlaşılmaktadır. Kurban ibadetinin nasıl eda edileceği ise salgının yeni normal dönemdeki seyrine bağlı olarak yeniden planlamayı gerektirmektedir. Dolayısıyla pandemi sürecinin dini hayatın inanç, ibadet, bilgi, duygu ve sosyal etki boyutlarından özellikle ibadet/ritüel ya da pratik boyutunu kısıtlayıcı tedbirlere kaynaklık ettiği anlaşılmaktadır.

Pandemi sürecinde insanların risk algısı yükselirken güven algısı düşüş eğilimi göstermektedir. Sürecin yarattığı ilk şokun etkisiyle gözlemlenen bu eğilim, zamanla yerini sosyal hayatta kademeli bir normalleşmeye bırakmaktadır. Başlangıçta dini hayatta da benzer bir manzaranın ortaya çıktığı görülmüştür. Ancak dini hayatın genel görünümü, bireysel ve toplumsal hayatı domine eden atmosferin baskın rengine bağlı olarak farklı manzaralara sahne olmaktadır. Bu çerçevede dini tercihlerini umut ve bağlılık duygularıyla yönetmeyi başarabilen bireylerin çoğunlukta olduğu ortamların, sürecin geleceğine ilişkin güvene dayalı hayat endeksinin yükselmesine katkıda bulunması beklenir. Aksi söz konusu olduğunda ise risk endeksi yüksek bir manzarayla karşılaşılması kaçınılmazdır. Bu durumun tek istisnası, kriz dönemlerinde bireysel hayatlarının kontrolünü sosyal hayatın bunaltıcı atmosferinin dışında tutmayı başarabilen insanlardır. Bu çerçevede, ülkemizde son günlerde kontrollü sosyal hayat dönemine geçişle birlikte vaka sayılarında yakalanan aşağı yönlü ivmelenmenin sosyal ve dini hayatta da hareketlenmeyi beraberinde getirdiği gözlenmektedir. Ancak bu hareketliliğin, vaka sayılarını yeniden yukarı yönde ivmelendirme potansiyeli bulunmaktadır. Nitekim bu yönde bazı kıpırdanmaların olduğu anlaşılmaktadır.

Pandeminin ürettiği kriz ortamının ortadan kalkması için kademeli normalleşme adımlarının titizlikle uygulanması ve bu adımların vatandaşlar tarafından da takip edilmesi gerekir. Aksi takdirde güven arttırıcı önlemlerin kısa ve orta vadede yerini yeniden risk yükseltici sonuçlara bırakması güçlü ihtimaller arasında yer almaya devam edecektir. Bu nedenle sosyal hareketliliğin bir süre daha ertelenmesi, tercihli bir seçenek değil, hayati bir zorunluluk olarak değerlendirilmelidir. Söz gelimi, Diyanet İşleri Başkanlığının çeşitli birimleri tarafından yaz döneminde Kur’an kurslarında verilen eğitimlerin, bu süreçte online olarak verilmesi kararı yerinde olmuştur. Bunun gibi din hizmetlerine ilişkin diğer uygulamalar da mevcut şartlarda yeniden gözden geçirilmelidir. Şartların oluşmadığına kanaat getirilmesi durumunda ise vakit kaybetmeden uzaktan eğitim imkânları değerlendirilmelidir. Yine aileler tarafından yaz dönemi için yapılan tatil planlarının yetkililerden gelen uyarılar dikkate alınarak yeniden gözden geçirilme zorunluluğu bulunmaktadır.

Salgın hastalık sürecinin ürettiği risklerin orta ve uzun vadedeki muhtemel sonuçlarına ve yönetilebilirliğine ilişkin dinamik bir yaklaşımın benimsenmesi kaçınılmazdır. Sosyal politika yapıcıların ve uygulayıcıların, küresel ve yerel ölçekte gelişmeleri anbean izleyerek oluşturdukları yaklaşımın sürdürülebilirliği, ortak perspektifin farklı toplum kesimleri tarafından sahiplenilmesiyle sağlanabilir. Pandeminin sosyal ve dini hayattaki seyrine ilişkin projeksiyonların da bu dinamik yaklaşımın menzilinde tutulması gerekir. Dolayısıyla bu aşamadaki saptamalar, sürecin muhtemel seyrini anlamaya çalışmaktan ve bir kısım öngörülerde bulunmaktan ibaret kalacaktır. Esasen post-pandemi döneminin doğasına uygun olarak sürecin sosyal ve dini hayattaki yansımalarının nasıl bir geleceği şekillendireceğine ilişkin kontrollü bir yaklaşım sergilenmelidir. Zira sürecin dikkatle izlenip gerekli önlemler titizlikle uygulanmadığında, kontrol dışına çıkma ihtimali, belirsizliği ve sınırlılıkları hâlen geçerliliğini sürdürmektedir (Çapcıoğlu 2020b: 22-23).

Toplumsal etkileşimlerin karakterini, dini toplumsal sermayenin kullanım koşulları belirler. Bu koşullar, bireylerin dini hareketliliğine etki ederek dini hayatın dinamizmine de doğrudan katılmış olur. Pandemi dönemlerinde dini hareketliliğin yönünü tayin eden ise olağanüstü koşulların ürettiği sonuçların bireylerin ve toplumların hafızasında bıraktığı derin izlerdir. Eğer toplum olarak uzun süren bir karantina dönemi yaşamışsanız elbette bunun kısa vadedeki sonucu, inançlı bireyler açısından dini tercihlerde artan yönelimler şeklinde görülecektir. Bu dönemde bireysel yönelimlerin dua, ibadet ve sosyal hayatta gözlemlenen diğer dini pratiklere yansımaları da güçlü olur. Ancak olağanüstü koşulların toplum hafızasında bıraktığı travmatik izlerin orta ve uzun vadede silinmeye başlamasıyla birlikte dini tercihlerde öncelikle bir dengelenmenin, ardından bir stabilizasyonun yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Böylece uzun vadede dini hayatın istikrarı yeniden sağlanmış olur. Post-pandemi döneminde de benzer bir senaryonun ortaya çıkma ihtimali yüksek görünmektedir. Ancak gerçekçi bir öngörüde bulunmak için sürecin bir müddet daha dikkatle izlenmesi gerekmektedir.

 

Kaynakça

Apaydın, H. (2010), “Ruh Sağlığı-Din İlişkisi Araştırmalarına Bir Bakış”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 10 (2): 59-77.

Çapcıoğlu, İ. (2020a), “Kontrollü Sosyal Hayat, Medya ve Dini Yönelimler”, https://www.islamvemedya.com/kontrollu-sosyal-hayat-medya-ve-dini-yonelimler/821/, Erişim tarihi: 18.05.2020.

Çapcıoğlu, İ. (2020b), “Pandemi Sürecinde Türkiye’de Sosyal ve Dini Hayatın Görünümü”, Müsiad Ankara Bülten, 13 (53): 22-23.

Çapcıoğlu, İ. (2020c), “Salgın Nedeniyle Kısıtlamaların Orta ve Uzun Vadede Dini Pratiklere Katılımı Artırması Muhtemel”, Independent Türkçe, 27 Nisan 2020.

Çapcıoğlu, İ. (2020d), “Pandemi, Ramazan Mesafesi ve Sanal Sosyallikler”, https://www.islamvemedya.com/pandemi-sanal-sosyallikler-ve-ramazan-mesafesi/823/, Erişim tarihi: 21.05.2020.

WHO (2000a), World Health Report 2000: Health Systems-Improving Performance, Geneva, Switzerland.

WHO (2000b), A Quick Reference Compendium of Selected Key Terms Used in The World Health Report 2000, Geneva, Switzerland.

WHO (2001), European Regional Consultation on Health System Performance Assessment, Geneva, Switzerland.

Yapıcı, A. (2007), Ruh Sağlığı ve Din: Psiko-Sosyal Uyum ve Dindarlık, Adana: Karahan Yayınları.