
Dosya Röportaj
Kovid-19 pandemi sürecinin bireysel ve toplumsal hayatımızdaki yansımalarını Prof. Dr. Veysel Bozkurt, Doç. Dr. Lütfi Sunar ve Doç. Dr. Ekmel Geçer ile konuştuk.
TRT Akademi: Sayın Bozkurt, yakın zamanda yaptığınız bir anket var, anketiniz medyada da geniş yer buldu. Koronavirüs sonrası bizi nasıl bir toplumsal süreç bekliyor? Endişe etmemiz ve tedbir almamız gereken hususlar neler?
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Araştırma, İnternet üzerinden uygun örnekleme yoluyla yapıldı. Anketi 5600’den fazla cevaplayan oldu. Eksik cevaplanan anketler elendikten sonra 5338 anket değerlendirmeye alındı. Online anket yöntemi ve ankete katılanlar hakkında geçmişten gelen kısmi bir malumatım da vardı. Sosyal medya kullanan ve bu tür anketlere cevap verenler genelde üniversite ve üzerinde eğitime sahip olanlar. Çoğunlukla kadınların katılımı erkeklerden daha fazla olur. Katılımcılar genelde orta ve orta üst gelir grubunda yer aldıklarını ifade ederler. Bu araştırmada da benzer bir sonuç ortaya çıktı. Bu sebeple yaptığımız araştırmanın sonuçlarını değerlendirirken katılımcılar Türkiye’nin genelinden ziyade, Türkiye’de kentli, üniversite ve üzeri eğitime sahip, orta ve üst-orta gelire sahip grupları temsil etmektedir. Değerlendirme yaparken bunu akılda tutmakta fayda var. Araştırma, huzursuzluğun arttığını gösteriyor. Her türlü kısıtlama insanları saldırganlaştırır, şiddete daha yatkın hale getirebilir. İnsanların büyük bir bölümü özgürlüklerinin ellerinden alındığını düşünüyor, kendilerini kısıtlanmış hissediyorlar, kaygıları artmış durumda. Bu durum elbette bizimle sınırlı değil, dünyanın geneli böyle.
Biriken gerilimin şiddet yaratıp yaratmayacağı, bu sürecin ne kadar daha devam edeceğine bağlı. Süreç uzar ve insanlar bir süre sonra temel ihtiyaçlarını karşılamakta sıkıntı yaşamaya başlarlarsa bunun beraberinde getireceği birtakım problemler olabilir. Bunların içinde şiddet, öfke, aile içi problemlerden tutun da diğer toplumsal meselelere kadar birçok sorun olabilir. Burada bilmediğimiz bir konu var: Bu salgın ne kadar sürecek? Bunun yanında dünya genelinde ekonomiler daralmaya başladı. Her ekonomik daralmanın toplumsal ya da politik sonuçları olabilir.
Araştırmada ortaya çıkan sonuçlardan biri de şu: İnsanların devlete güvenleri arttıkça ekonomik kaygıları geriliyor. Devlet, koruyucu elini toplum üzerinde tutabilirse ve imkânları da buna yeterse, malum devletin koruyucu eli imkânları ölçüsünde söz konusu olabiliyor, salgının açtığı yaralar hafifletilebilir. Burada devletin elindeki imkânlar ne kadar ve bu salgının yaratacağı sıkıntılar ne kadar derinleşecek? Bu konuda elimizde henüz net veri yok.
Amerika deneyimi bize şunu gösterdi: Dünyanın en zengin ülkesi ve teknolojinin en gelişmiş olduğu ülke, ama sigortanız ve paranız yoksa virüs teşhisi konulduktan sonra sağlık hizmetlerinden faydalanamıyorsunuz. Türkiye, bu konuda daha kapsayıcı bir sağlık sistemini benimsemiş durumda. Bu da Türkiye’de toplumsal gerilimlerin hafiflemesi bağlamında devletin koruyucu elini muhafaza ettiğini gösteriyor. Diğer konularda da devlet imkânlarını seferber edebilir. Bütün dünya ekonomisi durma noktasına geldi, iş yerleri çalışmıyor, ekonomik daralma dönemine geçiyoruz. Ekonomik daralma ne kadar artarsa bu durumun yaratacağı toplumsal sorunlar da artacaktır, buna da kendimizi hazırlamamızda fayda var.
TRT Akademi: Kamuda çalışanlar bu süreci en rahat geçirenler diyebilir miyiz?
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Kesinlikle öyle, iş yükleri de hafifledi. Diyelim ki devlette araştırma görevlisisiniz, sınavlar ya da diğer işler büyük ölçüde azaldı. Bu arada iş güvenceniz var. Bunları kötü anlamda söylemiyorum, maaş alıyorsunuz, gelir garantiniz var ve sadece tezinize odaklanabiliyorsunuz. Özel sektörde çalışanlar arasında ve kendi işini yapanlarda kaygı daha da fazla. Birçok işletme iş yapamıyor ya da kirasını ödeyemiyor. Özel sektörde çalışan, patronu para kazanamadığı için işten çıkarılma korkusu yaşıyor. Bu dönemde kamuda çalışmak büyük bir şans.
TRT Akademi: Sarılma psikolojisi, sosyal mesafe ve güven problemi şu anki ilişkilerimizi nasıl etkiliyor? Yeniden ne zaman tokalaşacağız ve sarılacağız?
Doç. Dr. Ekmel Geçer: İnsanlar çok fazla sosyal medya kullanıyorlar. Birçoğumuz onlarca whatsapp grubuna üyeyiz. Her iletiye mesaj iletmek zorunda kalmak bizi çok yoruyor. Bu sefer de başkaca bir sorun ortaya çıkıyor. Mevcut dijital mecraları aşırı kullanmak bizim görüşmek, sohbet etmek gibi sosyal ihtiyaçlarımızı azaltıyor mu acaba? Yoksa aslında sosyal medya kanallarını kullandığımız için uzun süreli fiziksel ayrılıklara alışık mıydık zaten? Diğer bir ifade ile çevrim içi görüşmeler bizim bu karantina sürecine adaptasyonumuzu arttırıyor mu? Söz gelimi whatsapptan uzun süre bir yakınımız ile görüşüyorsak bunu yeterli görüyor ve onu tekrar ziyaret etmeye ya da aramaya ihtiyaç hissetmiyoruz. Dijital dönüşüm, karantina günlerinde çok hızlandı. “Sosyal deney” iddiaları açısından düşünürsek belki de bir sonraki aşamaya adaptasyonumuz böylece daha kolay olacak.
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Dijital dönüşüm kırk yıllık bir hikâye. Uzun süredir insanlar bunun üzerine konuşuyorlar ve yazıyorlar. Bu dönemde dijital dönüşüm insanlar için bir can suyu oldu. Dijital dönüşüm olmasa bu toplantıyı veya derslerimizi yapamazdık. Çalışanların çoğunluğunun verimliliği düştü ama kısmen de olsa işleri dijital çalışmaya uygun insanlar işlerini evden yürütebiliyorlar. Bu imkânlar hep vardı aslında ama biz bunu şimdi kullanmaya başladık, öğreniyoruz ve alışıyoruz. Bu dönemin bize en çok kattığı şey dijital okuryazarlığımızın artması oldu. Kazandığımız bu becerilerin uzun dönemde bize katkıları olacak.
Doç. Dr. Ekmel Geçer: İngiltere’yi biliyoruz, dokunmayı ve buluşmayı sevmiyorlar, uzaktan uzağa iletişim halindeler. Ama biz her fırsatta bir araya gelmeyi istiyoruz. Online uygulamalarla görüntülü görüşmeler yapmaya devam ediyoruz. Hatta bu uygulamalar ile iftar açıyoruz. Acaba bu durum İngiltere gibi fiziksel yakınlığı çok önemsemeyen, “bireysel yaşamı” tercih eden toplumlarda nasıl? Mesela Zoom gibi uygulamalar ülkemizde daha fazla mı kullanıyor? Buna yönelik de bir çalışma yapılabilir.
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Yaptığımız araştırmadaki aynı soru formunu farklı dillere çevirdik ve başka ülkelere gönderdik. Onlarda da anket uygulanmaya başlandı. Sonuçlar geldiğinde karşılaştırma imkânımız olacak. Sarılma ve dokunma konusunda teorik şeyler söyleyebiliriz, kolektivist kültürler kişinin benliğini bastırarak kolektivitenin parçası haline getirir. Bireyci kültürde, bir insanın başka birinden yardım beklemesi zayıflık olarak görülür. Bizim gibi kültürlerde dokunma inanılmaz önemlidir, insanlara, “Neyi çok özlüyorsunuz?” diye sorduğumuzda “Sevdiklerime sarılmayı özledim.” diyorlar.
Doç. Dr. Ekmel Geçer: Sosyal bilimlerde de nicel çalışmalara ciddi bir önem atfediliyor. Şüphesiz sayısal verilerle konuşmak daha güvenli ve bilimsel geliyor. Ama nitel çalışmalar bazı zamanlarda daha insani geliyor bana. Acaba bu akademik kültürde ya da bakış açısında da bir değişim mi olmalı?
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Sebebi kullanışlılık. Devlet ve yöneticiler elinde ne kadar veri olursa o kadar kolay yönetiyor. Elinizde yeterli veriye sahip olursanız salgını daha iyi yönetirsiniz. Nicel, vazgeçebileceğimiz bir konu değil ama derinlere inmemek için niteli de ihmal etmemek gerekiyor.
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Nicel bizde çok yüzeysel kullanılıyor, farklı analiz yöntemleri var ve pek çok ilişkiyi öne çıkarıyor.
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Bu arada bazı arkadaşlarla Zoom üzerinden görüşmeye başladık ama arkadaşlarımız, “Bu, yüz yüze görüşmeye benzemiyor.” diyorlar. Biz hala dokunmak, temas etmek istiyoruz ve alıştığımız ilişki biçimlerine daha çok değer veriyoruz.
Doç. Dr. Ekmel Geçer: Aynı şeyi derslerimizde de hissediyoruz. Öğrenciyi derse çekmek zaten zor, çevrimiçi derslerde bu daha da zorlaşıyor. Uzaktan eğitimde etkileşim çok düşük maalesef.
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Dijital ve basılı kitap örneğini düşünelim, birçok insan dokunarak okumayı seviyor, gençler dijitale gider diye düşünüyordum ama onlar da basılı kitaplara ilgi gösteriyorlar.
TRT Akademi: Yeni normal diye bir kavramdan bahsediliyor, dijital iletişim üzerine çalışan kişiler yeni medya diye bir şey yok, artık iletişim bu ve buna göre şekilleniyor. Bu yeni süreç bizi dijital medyanın normalleştiği bir yere doğru mu götürüyor?
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Bütün olağanüstü hadiseler gibi bu salgın da kendi içinde imkânlarını barındırıyor. Özellikle toplumsal yapı söz konusu olduğunda sistemsel rutinler bir süre sonra yenilik yapma kapasitesini düşürebiliyor. Bu tür sarsıntılar beraberinde getirdiği sorunlarla birlikte fırsatlar da getirebiliyor. Hikâyeyi tersten okuyalım: Koronavirüs mü öldürüyor, salgınlar mı? Yoksa devletlerin kötü örgütlenmişliği mi? ABD için bir veri var, virüse yakalananların büyük kısmını siyahlar oluşturuyor. Benzer bir durum bizim için de geçerli. Virüsün yaygınlık haritası yayınlandı, gelir seviyesi düşük ilçelerde hastalık daha sık görülüyor. Aslında virüs değil, eşitsizlik öldürüyor. Bir aşı bulunacak ve muhtemelen bu virüs hayatımızdan çıkacak. Ama peki bununla beraber görülen eşitsizlik sorunu ne olacak? Bu, daha fazla bizimle var olmaya devam edecek, sürecin getirdiği ekonomik sorunlar toplumun farklı kesimlerini farklı etkileyecek. Kamu çalışanları daha az etkilenecekler, bilgi işçileri daha az etkilenecekler. Ama bedensel işçiler, çiftçiler, esnaf-zanaatkâr ve küçük işletme sahipleri daha fazla etkilenecek.
Doç. Dr. Ekmel Geçer: Bu eşitsizlikler dijital dönüşümle de yakından ilişkili. Herkesin teknolojik imkânlara ve internete ulaşma olanağı aynı değil. Biz arkadaşlarımızla geniş kapsamlı bir araştırma yaptık. Ulaştığımız sonuçlardan biri şunu söylüyor: Dijital haberlere eğitimli ve sosyo-ekonomik statüsü yüksek olan kişiler daha kolay ulaşabiliyorlar. Web 5.0 ile karşımıza çıkan bir akıllı toplum var burada. Sizin de bahsettiğiniz gibi beyaz yakalılar artık daha çok işsiz kalacaklar gibi duruyor.
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Dijital dönüşüm süreci devam ederken bu, onun üstüne geldi. Muhtemelen salgın sonrasında alınacak tedbirler dijital dönüşümü hızlandıracak. Toplumların geleneksel alışkanlıkları vardı, bunları ihmal etmek için geçerli sebepler ortaya çıktı. Yeni bir virüs dalgasını engelleme bahanesi altında gittikçe insanların özel yaşamlarını kontrol eden bir dalga oluşacaktır. Aslında son kırk yılda eşitsizlikler katlanarak artıyordu, şimdi biz bunu görmüş olduk. Diyelim ki ABD toplumunda eşitliğe ve fırsatlara karşı güçlü bir inanç vardır, bu salgın sürecinde toplumun önemli bir kesimi bu eşitsizliğin farkına varmış durumda. Bir kriz anında insanları bir arada tutacak mekanizma olmadığını, ABD’nin sadece askeri bir güçten ibaret olduğu yönünde fikirler oluştuğunu görüyorum, salgın bu tür görüşleri de destekliyor. Önümüzdeki günlerde daha steril ortamı savunan ve merkezi denetim mekanizmalarını savunanlar ile sosyal bağların güçlü olmasını savunan kesimler daha açık şekilde karşı karşıya gelecek.
TRT Akademi: Nasıl bir gelecek düşünüyorsunuz? Dünya vatandaşlığı ve kapsayıcı demokrasi için neler diyebilirsiniz?
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Kapsayıcı demokrasi ile ilgili ben iki konuya değiniyorum. İlki, halk kitlelerinin, toplumun geniş kesimlerinin ihtiyaçlarını daha fazla dikkate alan bir demokrasi. Sadece halkın seçimlere daha fazla katılması ile demokrasi gelmiyor. Daha ileri bir katılım gerekiyor. Mesela kamu bütçesini oluşturan vergilerin nereden ve nasıl toplandığını izlemek çok önemli. Zira genellikle vergilerin nereye harcandığı takip edilir, nereden toplandığı da çok önemli. Burada gözden saklanan bir hadise var. Kamu bütçesinin %15’i eğitime, % 17’si sağlığa ayrıldı, diye sevinirken verginin kimden toplandığını gözden kaçırıyoruz. Kamu imkânlarını fazla kullananlardan daha fazla vergi almak gerekirken bunun tam tersi bir süreç takip ediliyor. Kapsayıcı demokrasinin üç temel unsuru var: Refah olması gerekiyor, felah olması gerekiyor ve hak merkezli olması gerekiyor.
Doç. Dr. Ekmel Geçer: Dijital mecralar artık bizden aldıkları verilerle kişiye özel yayınlar yapıyor. Aynı şeyi arıyor olsanız da Google, herkesin karşısına farklı bilgiler çıkarabiliyor. Önceki aramalarınıza göre bir algoritma gelişmiş durumda. Sonra, farklı düşüncelere aşina olmak yerine, yankı odasında sadece kendi düşüncelerimizi duyuyoruz. Demokrasi tartışmalarında dijital dönüşümden sonra neler konuşulacak? Sesi çok çıkan kişinin demokratik gibi algılanması ya da bir kararın çoğunluk tarafından konuşuluyor olması o kararı tek başına demokratik kılabilir mi? Bu tehlikeye karşı kapsayıcı demokrasi bize ne söyler? İnsanlar aslında bir distopya oluşması için mi bu dijital gönüllülüğe “evet” diyorlar?
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Biz verilerimizi kendi ellerimizle veriyoruz, bu hoşumuza da gidiyor. Böyle bir dünyaya gittiğimiz kesin ama bir taraftan da insanlar erişemedikleri birçok hususa erişebiliyorlar, daha kolay örgütleniyorlar, daha kolay seslerini duyurabiliyorlar. Halkın kendiliğinden bir iyilik talebinin oluşacağını düşünmüyorum ama onların taleplerini savunacak birtakım fikir insanlarının olması gerekiyor. Bu, tarih boyunca da böyle olmuştur. Ben sosyolojinin bu anlamda büyük bir işlevi olabileceğini düşünüyorum. Halkın faydasına olan şeyleri talep etmesinde sosyolojinin faydası olabilir. Toplumun tabanındaki bilgiyi, duyguyu toplayıp insanların faydasına olabilecek sistemlerin oluşumu için öneriler geliştiren bir bilim olabilir sosyoloji. Yoksa yaygın popülizm, halkın gidip kendine en az fayda sağlayana destek vermesini sağlıyor. Sosyoloji, halktan yana olmalı ama popülist olmamalı.
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Aynı arabanın tersine işleyen tekerlekleri gibi bir süreç yaşıyoruz. Süreçlerden biri şu: Ekonomiler daralıyor, pasta küçülünce kavga büyür, insanlar daha da gerginleşebilirler ve pastaya ortak gördükleri kişilere, örneğin göçmenlere, daha tehdit gözüyle bakabilirler ve ötekileştirme eğilimi artabilir. Bunu gerilimin farkında olan bazı popülist politikacılar da kullanıp daha fazla huzursuzluk yaratabilirler.
İkinci ihtimal de şu: Dünyada bilim, teknoloji gelişiyor ve dünyayı küçültüyor. Özellikle ekonomiler büyümeye başladığında iç pazarlar yetersiz hale geliyor. Bu da tam aksi istikamette ülkeleri dış pazarlara açılmaya zorluyor.
Pandemiyle birlikte birçok ülkede insanlar şunu fark ettiler: Günümüzde kriz durumlarında insanların yaralarını sarmak için ellerinde kendi milli devletlerinden başka etkili bir araç da yok. Özellikle bir ittifakın parçası olan AB ülkeleri arasındaki pandemi sonrası ilişkiler bunun çarpıcı bir örneğini gösteriyor.
Doç. Dr. Lütfi Sunar: 1990’larda küreselleşme ile ilgili en büyük yanılgı, küreselleşmenin ulus devletleri zayıflatacağı görüşüydü. Zira bu dönemde soğuk savaşın da bitişi ile hükümetler arası pek çok kuruluş ortaya çıkıyordu ve ulus devletlerin karar alanlarını daraltıyordu. Ama asıl meseleyi gözden kaçıran bir analiz bu. Küreselleşme denildiğinde mal, hizmet ve sermaye dolaşımının artmasından bahsediyoruz. Bir süre sonra bu dolaşımın gerçekleşmesi için ulus devletlere ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Küreselleşmeyi farklı kılan şey maliyetleri düşürüp üretimi arttırmasıydı. Küreselleşme büyük bir mal ve hizmet üretimi artışı getirdi. Peki bunu nasıl sağlıyordu? Temelde sermayenin hareketli, emeğin hareketsiz olmasıyla sağlıyordu. Zira ülkeler arası farklar kullanılarak maliyet düşürülebiliyor. Ama bu işçi, ücretin daha yüksek olduğu ülkeye gidebilse küresel işçi ücretleri arasında uçurum olmayacak. İşçilerin farklı bir ülkeye gidememesini de ulus devletlerin sınırları temin ediyor. İşçileri içeride tutan sınırlar sermayeyi tutmuyor, çünkü bir süre sonra üretimi sürdürmek için o sermayeye ihtiyaçları olduğunu görüyorlar. Ayrıca küresel sermayeden beslenen elitler, bu anlamda devleti küreselleşmenin sınır bekçisine dönüştürüyor. Bir taraftan küreselleşmenin de sınırların korunması için ulus devletlere ihtiyacı var. Süreçte küreselleşme kendi modelini üretti. Gördük ki küreselleşme, zannedildiği kadar demokrasi taraftarı bir gelişme değilmiş. Onun demokrasi taraftarı olmasının arkasında soğuk savaştan kalma rejimleri temizlemek varmış. Bugün küreselleşmeci aktörlerin en iyi anlaştıkları yönetimler, yarı otoriter ve otoriter yönetimlerdir. Böyle yönetimlerle daha kolay pazarlık yapıyorlar, tek seferde iş bağlıyorlar. Daha da önemlisi küreselleşmeci aktörlerin elinde borç gibi çok güçlü bir enstrüman var. Bu ülkeleri borç kamçısıyla kontrol ediyorlar. Bu durum, Batı dışı için iyi işliyordu. 2001’den itibaren Batı’da da etkisini göstermeye başladı. Bugün büyük devletler vergi toplama konusunda zorlanıyorlar. Google şirketine bakarsanız merkezinin okyanusta bir ada olduğunu görürsünüz. Bir tarafta milliyetçi dili kullanan diğer tarafta popülist dili kullanan liderler, küreselleşme karşıtıymış gibi bir imaj veriyorlar ama aslında küreselleşmenin taleplerini tek seferde veren kişiler de bunlar. Salgın sonrası mali sistemler nasıl olacak, karar alma mekanizmaları nasıl işleyecek, yüksek faizle borçlanan ve ekonomisi türbülansa giren ülkeler buna nasıl direnecekler? Küresel sermaye ve ulus devletler arasındaki ilişkinin çok da zannedildiği gibi ulus devletler lehine değiştiğini ben düşünmüyorum. Bu süreçte hane halkı da gelir kaybı yaşıyor ve borçlanıyor, devletlerin de giderleri artıyor, gelirleri azalıyor ve borç yükleri artıyor.
Doç. Dr. Ekmel Geçer: Yeni medya ortamlarında bulunmamızın en önemli nedenlerinden biri, bu ortamların bizi çok farklı bakış açılarıyla karşılaştırmalarıdır. Ancak, yukarıda bahsettiğimiz gibi, sosyal medya mecraları yankı odaları ile bizi daha çok içimize kapatıyor. Sadece beğendimiz düşünceleri görmemize neden oluyor. Bu da bir yandan küreselleşmeyi hızlandırırken diğer yandan da popülist liderlerin de değirmenine su taşıyan bir yönelim. Küreselleşiyoruz belki ama aynı zamanda saflarımızı bazen olumsuzluklar, teokratik ve demagog yönetimler etrafında daha çok sıkılaştırıyoruz. Dolayısıyla daha fazla kutuplaşıyoruz, daha fazla politikleşiyoruz. Kendimizi daha fazla savunmaya başlıyoruz. Çünkü sürekli kendi düşüncelerimizle ya da bizim gibi düşünenlerle karşılaşıyoruz. Bu da bizim “yanılmadığımız” inancını daha kuvvetlendiriyor. Baksanıza herkes bizim gibi düşünüyor. Böylece diğer yaklaşımları, ülkeleri daha çok ötekileştirerek daha çok sınırlarımıza çekiliyoruz. Ulus-millet kavramı bu nedenle yeniden yükselişe geçiyor.
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Harici konularda çok daha çok ses çıkaran ama içerideki meselelerle ilgili ses çıkarmayan bir toplum çıkıyor karşımıza. Mülteciler ile ilgili çok konuşuyoruz, onlara ayrılan bütçeyi çok dert ediniyoruz. Ama birisi de çıkıp şunu sormuyor: Mültecilerin o sınırın öte tarafında tutulabilmesi için ne kadar para harcamamız lazım? Suriyelileri ülkelerinde tutmak için harcayacağımız askeri gider onları ülke içinde tutmak için harcayacağımız giderin on misli. İnsanların bunu görmesini beklemek pek mümkün değil. Fransa’da mülteci kamplarına ayrılan para konuşuluyor ama orada bir sermayedardan vergiyi düzgün alsa onun gibi on tane kampı idare edebileceğini görmüyor. Pieter Bruegel tabloları gibi yani bu durum: Aydınlık olan yerler aslında başka yerleri gizlemek için aydınlatılmış. Sosyal medyada da önemli olmayan konuları uzun uzun tartışabiliyoruz.
TRT Akademi: Salgın sürecinde en önemli konu olarak eşitsizliği görüyorsunuz ve bu salgının görmek istenmeyen eşitsizlikleri öne çıkardığını söylüyorsunuz. Sosyoloji neden bu süreci önceden göremedi?
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Keynes’in sık kullandığı bir benzetmesi var: “Sorulan her soruya kafasını sallayarak arz ya da talep diyen bir papağan, çok iyi bir ekonomist sayılabilir.” diyor. Ben onu uyarlıyorum, sorulan her soruya “modernleşme” diye cevap veren bir papağan çok iyi bir sosyolog sayılabilir.
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Sosyologların ellerinde çok fazla kapsayıcı teori kalmadı, onu kullanıyorlar.
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Sebebi şu: 27 kez sosyolojiye giriş dersi verdim, öğrencilere: “Neden sosyoloji okuyorsunuz?” diye sorduğumda, “Toplumu tanımak için.” cevabını alıyordum. Ben de diyordum ki: “Toplumu tanımak için sosyoloji okunmaz, metrobüse binilir, pazara gidilir.” Sosyalleşmeyi anlatırken ödev olarak bir mahalle pazarında pazarcıları izleyin ve analiz edin derdim. Bunu yaptığımızda öğrenci, o kitaptaki bilgiyi hayata dokunan bir şey olarak tecrübe etmeye başlıyor. Sosyoloji, doğduğu andan itibaren ideolojikleşmiştir. Moderniteyi savunma refleksi, sosyolojiyi doğar doğmaz engelli hale getirdi. Bizde de modernleşme aracı olarak ideolojikleşti sosyoloji. Sosyolojinin en çok kullandığı kavram sosyal gerçeklik kavramıdır. Bana göre sosyolojinin en az kapsadığı husus sosyal gerçekliktir. Yapılandırılmış yöntemlerle topluma baktığınızda oradaki gerçekleri göremiyorsunuz. Bir filtre balonuna giriyorsunuz. Halkın içinden sosyoloji yapmanın sosyolojinin içine düştüğü açmazı aştıracağını düşünüyorum. Tıbbın hastalıklar çıkmadan tedbir alma imkânı var mı? Evet var. Ama neden kullanılmıyor? Çünkü o zaman ilaç şirketleri para kazanamaz. Sosyoloji de böyle işte.
TRT Akademi: Sosyal süreci yürütmek için ayrı bir bilimsel kurul olmalı diyorsunuz. Sosyolojik anlamda süreç nasıl ilerliyor, yeni kurullar oluşturmak gerekiyor mu, salgın sonrası neler olmalı?
Doç. Dr. Lütfi Sunar: Sosyal bilimciler bu sürecin yönetiminde maliyetleri çok düşürebilir, faydaları çok arttırabilir ve olası salgın sonrası sosyal riskleri düşürebilir. Bilim komisyonu ile eşgüdümlü çalışan ve salgın sonrası toplumsal hayatın dönüşümünde rol alacak alt komisyonlar kurulabilir.
Doç. Dr. Ekmel Geçer: İnsanlara yeni medya okuryazarlığını anlatırken devamlı: “Haberleri farklı kaynaklardan teyit edelim ve resmi kaynakları önemseyelim.” diyoruz. Ancak burada başka bir soru(n)sal ortaya çıkıyor: Resmi kaynaklar da bilgiyi manipüle ediyorsa ne olacak?
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Bunu sadece sosyologlar değil kimse okuyamadı, en parlak beyinler okusalardı servetlerini katlarlardı. Salgın hastalıklar alanında yeterince kâr görmedikleri için yatırım yapmadılar. Bir aşı geliştirirseniz tansiyon ilacından elde ettiğiniz kazancı elde edemiyorsunuz. İlaç firmaları yüksek ar-ge harcamaları yapıyor ve yeterince kârlı olmayan alanlarla ilgilenmiyor. Bütün disiplinler hazırlıksızdı, sosyologlar da öyle. Bilimsel bilgiyi toplumsal sorunların çözümünde kullanma kültürü oluşturamadık. Birçok yönetici, geleneksel usullerle idare etmeye çalışıyor. Dolayısıyla üniversite ile toplum/iş hayatı arasındaki kopukluk ortak bir dil geliştirmelerini zorlaştırıyor.
Doç. Dr. Ekmel Geçer: İnternet neredeyse otuz yıldır kullanılıyor ama biz hala “Yeni Medya” diyoruz. Belki de bu nedenle yeni medya yerine “Dijital Medya” demek daha anlamlı olabilir. Biz, bir şekilde geleneksel medya olarak kabul edilen araçlardan bu sisteme geçtik. Burada ayrıca infodemi kavramını da vurgulayayım. Yeni medya araçlarının daha çok sebep olduğu bir bilgi salgını var. İnfodemi, aşırı ve asılsız bilgi veya haber salgınının toplumda korku ve paniğe yol açarak esas salgının yönetimini zorlaştırması şeklinde ifade ediliyor. Özellikle kaos zamanlarında her bilgiye inanılmaması gerektiğini söylesek de insanlar dijital mecralardan bilgi almaktan çekinmiyorlar. Whatsapp gruplarında herhangi bir kullanıcının ürettiği içerikleri paylaşıyorlar. Teyit mekanizma ve mercilerine başvurmak önemli. Bilginin sahibi biz değilsek paylaşmamamız gerekiyor. Google’da basit uygulamalar var, fotoğrafların geçmişini gösterebiliyor. Bilgi salgını, toplumda bir kaygı oluşturuyor. Bunu kontrol altına almak lazım. Bu bilgi bombardımanı karşısında nasıl davranılması gerektiği bireylere aktarılmalı.
TRT Akademi: Salgın sonrası dönemde küresel dijital bir diktatörlük bekliyor musunuz?
Doç. Dr. Ekmel Geçer: Biz aslında bunu yaşıyor olabiliriz. Salgın öncesinde başlayan bir durum ve salgın sonrasında biraz daha hızlanabilir. İnsanların bu konuda rızası oluşturuldu. Artık sağlık sorunları nedeniyle kişisel bilgilerimizi daha çok paylaşıyoruz. Çünkü paylaşmazsak tedavi olamayacağımızı düşünüyoruz. Burada Chomsky ve Herman’ın “Rızanın İmalatı” teorisini hatırlamak lazım. Bu iki bilgeye göre ticari ve politik kurumlar, bir konuda insanları ikna etmek için önce onların rızasını oluşturur, sonra toplumu istedikleri gibi davranmaya zorlarlar. Mesela A ürününe ihtiyacınız yoktur ya da B ideolojisini zararlı buluyorsunuzdur. Ama öyle bir propagandaya maruz kalırsınız ki o ürünü almanın ve o ideolojiyi kabul etmenin bir zorunluluk olduğunu düşünmeye başlarsınız. Aksi takdirde yalnızlaştırılacak ve suçlanacaksınızdır. Kim bilir belki de Orwell’in 1984’ü daha da güçlenecek.
TRT Akademi: Salgın sonrası dönem için düşünceleriniz nelerdir?
Prof. Dr. Veysel Bozkurt: Kamu otoriteleri teknolojiyi engelleyerek değil, hukuk kuralları içinde denetleyerek daha etkin şekilde idare edebilirler. Engellenmeye kendi seçmenleri dahi itiraz ederler. Özellikle sosyal medya, insanların gündelik yaşamlarının bir parçası haline geldi. Gelinen noktadan geçici süreliğine dönüş imkânsız olmazsa da çok sıkıntılı olur.
Bu arada pandemi araştırmasında insanlara çip takma konusunda düşünceleri soruldu. Katılanların yüzde 65’i buna itiraz etmektedir. Sadece yüzde 18’i kabul ediyor. Diğerleri kararsız. Oranın bu ölçüde yüksek olmasında örneklemin niteliği de rol oynamış olabilir. Diğer taraftan bedenlerimize çip takamasak da kullandığımız akıllı telefonlar ve uygulamalar sayesinde hepimizin zihninden geçen bizim dahi farkında olmadığımız özelliklerimizi fark etmeleri ve kullanmalarının mümkün olduğunu biliyoruz.
Hiçbir salgın sonsuza kadar sürmedi. Bu salgın da bir süre sonra atlatılacak. Asıl mesele bizim bu salgından ne gibi sonuçlar çıkaracağımız. Maalesef kriz dönemlerinde insanlar analitik düşünme becerilerini kaybederler. Bu da istenmeyen taraflara da gidebilir. Eğer serinkanlı düşünme becerimizi kaybetmez, bu süreçteki artı ve eksilerimizi dikkatli bir değerlendirme sürecinden geçirebilirsek sonraki yıllarda faydalanacağımız dersler de çıkartabiliriz.